Egal ob sich nun der politische Blick des Exilanten auf das Herkunftsland richtet oder auf sein Leben im Aufnahmeland – jeder Versuch, gleichberechtigt mitzureden und das Leben da oder dort mitzugestalten, stößt auf die reservierte Haltung derer, die da oder dort „wirklich beheimatet“ leben. Durch sie wird uns im Exil Lebenden die Fähigkeit zu einem Innenblick abgesprochen und verweigert. Jeder kritische Satz des Exilanten über die jeweilige Gesellschaft wird abgeschmettert mit „Es ist freilich ein Leichtes, von außen so zu reden“, mit „Was erlauben Sie sich; bei Ihnen dort unten ist es ja viel schlimmer“ oder dergleichen.
Die Zeichen liegen sehr deutlich vor uns: Der Staat wird autoritärer; eine rein auf sprachliche Reglementierung abstellende Gegenpolitik ruft paradoxerweise just autoritäre Maßnahmen herbei; unterdessen wird es zunehmend salonfähig, in öffentlichen Debatten über bestimmte Minderheiten (derzeit Migrant_innen und Geflüchtete) offen ablehnend bis rassistisch zu reden und dies zur Staatsräson zu erklären.
Siyasal perspektifimizi ister buraya yöneltmiş olalım, ister oraya. İster önemli noktalara parmak basalım, istersek günlük basit aksaklıklara takılalım. Söylediklerimiz, eleştirel söylemimiz, her iki ülkede yaşayan “yerliler” tarafından da maalesef “hariçten gazel atma” olarak değerlendiriliyor. “Burada yaşıyor olsan, bu kadar rahat konuşamazdın”, “Sen iyice oralı olmuşsun”, “Biz de bilirdik zamanında kaçıp gitmeyi” ya da “Senin geldiğin yerde durum daha mı iyi?”, “Bu nasıl bir cürettir; biz burada doğup büyüdük, biz yaptık, beğenmiyorsanız, geldiğiniz yere geri dönün” vesaire kalıp cümlelerini ne çok duymaktayız yıllardır, biz sürgünde yaşayanlar… Bizim de bir “içeriden bakma” hakkımızın ve yetimizin olabileceği, “orada” ve “burada” reddediliyor. Bir tür “sürekli dışarıda olma hâli” sürgünlük.
“Azınlık perspektifi”; azınlıklar her konuda haklıdır, benim dünya görüşüm onlar için geçersizdir, onlara bu görüşle yaklaşmamalıyım, biz siyasal olarak bir araya gelemeyiz gibi yapay yasakları ya da ezberlenecek sonuçları içeren bir ahlaki önerme değil. Sadece bir kere daha düşünmeye, duyarlılığa davet eden bir açı. Hatırlamaya, hesaplaşmaya, yaşanmış ve yaşanabilecek olanlar için sorumluluk almaya davet eden bir açı. Siyasal sonuçları önemli olabilecek bir açı.
DER OPTIMIST: Ich weiß nicht, was Sie zu dieser düsteren Prognose berechtigt. Sie schließen offenbar von unvermeidlichen Begleiterscheinungen auf das Ganze. Sie gehen von zufälligen Ärgernissen aus, die Sie für Symptome nehmen. Wir lernen aus unseren Fehlern und von der Krise selbst. Merken Sie denn nicht, dass justament durch die von Ihnen erwähnten Dinge eine neue, eine große Zeit angebrochen ist?
DER NÖRGLER: Ich habe sie noch gekannt, wie sie so klein war, und sie wird es wieder werden.
Dieser Text erscheint zeitgleich in der aktuellen Ausgabe der STIMME, Nr. 113 / Winter 2019, als meine „Stimmlage“-Kolumne.
Menschenansammlungen haben mich stets beunruhigt (schon wieder Autobiografie!). In den beiden zentralen Orten meines bisherigen Lebens, in der Türkei und in Österreich, gibt es allerdings zwei merkwürdige Formen der Ansammlung von Individuen, die mich zudem seit jeher äußerst irritieren.
Bence azınlıkların perspektifiyle tarihe bakmayı öğrenmek zorundayız. O perspektiften tarihe baktığımızda, onun bize ille de “tek doğru” olguları göstermesi gerekmiyor. Yalnızca varlığı bilinse, biraz kale alınsa bu bakış açısı, bence yine de önemli bir gelişme olacak, bu 100 yılı aşkın ulusallaşma sürecinde. Başka bir tarih kültürünün, başka bir siyasal geleneğin Türkiye’de yerleşebilmesi, ancak böylelikle mümkün.
Bugün Türkiye’de aydın olma meselesi gündeme getirilince, işlevden çok, bir göreve (vazife anlamında) dikkat çekmek için yapılıyor bu sanki. Aydının o ülkede tepeden belirlenmiş bir görevi var. Devlet ve devletin payitahtı millet tarafından her türlü fedakârlığa katlanarak okutulmuş, devlet bursları ya da parasız yatılı hibeleri verilmiş, yemeyip yedirilmiş, giymeyip giydirilmiş ve aydınlığa çıkarılmış bir neferdir bu perspektifte aydın. Vazifesi, halkı da kendisi gibi aydınlığa çıkarmanın yanı sıra, yurdunu dış ve iç düşmanlara karşı fikir, bilim ve sanat alanlarında savunmaktır. “Halk” da bunu bekler ondan, devlet-millet ve onların bekçisi asker-sivil bürokrasi de…
Die aktuelle und jugendkulturell trendige Form des individuellen Widerstands wird weniger in Zivilcourage erblickt, sondern in den Tugenden der Verweigerung und der Empörung.
Hier noch einmal der Link zum ersten Teil des Artikels:
Struktur gegen Individuum. Ist Zivilcourage – oder Haltung – als eine individuelle Form des Widerstands ausreichend, um die Gesellschaft gerechter zu gestalten? Oder entpuppt sich Zivilcourage angesichts der strukturell verankerten Ungerechtigkeiten letztendlich als nützliche Idiotie? Für beide dieser widerstreitenden Meinungen gibt es genügend Vertreter_innen und Argumente. Was ist, ferner, mit (kollektivem) Widerstand?
Eleştiri, bir bakıma aslında yorumun sonu, tahlilin (analizin) de başlangıcıdır, diyebiliriz. Böylelikle; Critica sacra’dan Aydınlanmacı akıma, oradan da çağdaş felsefenin öncülerinden Immanuel Kant’ın kuramına uzanan süreçte eleştiri, “Batı düşüncesi”nin temelini oluşturmaya başladı.
Bu köşedeki yazı dizisinde tartışmaya çalıştığım asıl konu, Türkiye’nin “tarih unutkanlığı”. Bu özellik, yine Türkiye’ye atfettiğim “eleştiri sevmeme” meziyetiyle çok belirgin biçimde örtüşüyor aslında. Eleştirinin en önemli işlevi olan tarihi devreye sokma; tarihten, özellikle de kendi tarihinden bu derece uzak duran, durmaya çalışan bir toplumda pek de tutunamayacak bir işlev doğal olarak. Başka deyişle, tarih çiçeğinin yeşermesine izin vermeyen bir toprakta eleştiri tohumunun da yetişmesi pek mümkün değil. Bu, iki taraflı bir süreç. Eleştiri zayıfsa, hatırlama yetisi de zayıf kalıyor. Tarih ögesi eksikse, eleştiri yetisi de yolda kalıyor.
Bu yazılarla, Şubat’tan birer ay arayla yayımlanan tarih bilinci, sol „eşkıya geleneği“ ve eleştirel duruş konulu beş yazılık dizi tamamlamış oldu. Geçen yazılar (yayımlanma sırasıyla):
Wenn Sie wirklich geglaubt haben, ich würde hier über die Insel der Psychodeligen schreiben, wo anständig blau abgefüllte Politiker vor einiger Zeit Glock-Spiele mit einer pedikürevergessenen russischen Schauspielerin veranstaltet hatten, dann haben Sie sich geschnitten – und zwar am Polizeipferdeschwanz. […] Also gibt es heute FOBO. Das ist keine denglische Abkürzung für „Fotobook“ und kein Akronym für „Freiheitlicher Ortsverein Berittener Ordnungspolizei“. FOBO ist eigentlich so etwas wie eine sozialpsychologische Tempobezeichnung: ein bisserl zwischen presto agitato und lento doloroso.
Struktur gegen Individuum. Ist Zivilcourage – oder Haltung – als eine individuelle Form des Widerstands ausreichend, um die Gesellschaft gerechter zu gestalten? Oder entpuppt sich Zivilcourage angesichts der strukturell verankerten Ungerechtigkeiten letztendlich als nützliche Idiotie? Für beide dieser widerstreitenden Meinungen gibt es genügend Vertreter_innen und Argumente. Was ist, ferner, mit (kollektivem) Widerstand?
Mein jüngster Beitrag auf IM BLOG, dem politischen Weblog der Initiative Minderheiten, im Mai 2019:
Ich sah letzten Freitag Stefan Petzner beim Tanzen zu und dachte an die blau-orange-türkise Politik in diesem Lande, an die regierende Politik in so vielen Ländern der Erde. Ich dachte an die lange und an Beispielen reiche Geschichte populistisch-bonapartistisch-rechter Politik.
2018 Ekim ayından beri yayınlanmakta olan, çok dilli çevrimiçi gazete Toter Winkel‚de (Ölü Açı) Türkçe bir köşe yazmaya başladım. Köşenin ilk yazısı Şubat 2019’da yayınlandı:
Yalnızca diziler değil, heyecan ve helecanla yaşayıp izlediğimiz hemen her toplumsal olay ve gelişme de, benzer bir seyir gösteriyor Türkiye’de. Uzadıkça uzuyor, olaylar ve karakterler düğüm hâline geliyor, konular çetrefilleşiyor. İnsanlar tutuklanıyor, ölüyor, yurtdışına kaçıyor, yeni isimler piyasaya çıkıyor. Sonra bir gün, hiç kimsenin beklemediği bir anda, “dönem değişiyor”. Tabii dizilerdeki gibi bir haftadan ötekine bitmiyor siyasal-toplumsal süreçler. Ama sonuçları hep topyekûn oluyor. Bitti mi bitiyor yani. Bir-iki isim kalıyor hafızalarda, gerisi unutuluyor. Kolektif kamusal hafıza için özellikle geçerli bu durum.
Mart ve Nisan yazılarımda, bu konu üstüne kafa yormaya devam ettim:
Peki ya korkanlar? Kaybedecek bir sürü şeyi olan, “ölümlü dünyaya” sıkı bağlarla kenetlenmiş bireyler? Onların eylemleri, sözleri, çabaları, tecrübeleri hiçe mi sayılacak? Unutulmaya mı mahkûm olacak? Eşkıya cesareti gösteremeyen, kabadayılık derecesinde kendine güveni olmayan, yiğitliği benimseyemeyen bu insanları hatırlamayacak mıyız? Çok erkeksi, eril “erdemler” değil mi peki mertlik, yiğitlik ve gözü kara cesaret? Erkek iktidarını bu derece vurgulayan bir geleneği üstlenmek, onu merkez değer hâline getirmek ne kadar doğru? Şiddeti ve silahı bilinçli olarak reddetmek mümkün değil mi, bir muhalif olarak?
İyi bir eleştirel mesafe kilometrelerle filan değil ancak santimetreyle ölçülebilir, diyor Michael Walyer. Yani eleştirmen, eleştirdiği topluma yakın durmak, hatta onun “içinden” konuşmak zorunda. İyi bir eleştirinin teoriye de ihtiyacı yok Walzer’e göre; güvenilir bir sağduyu, dört dörtlük bir teoriden daha geçerli. Sırtını eşkıya geleneğine yaslayan sol hareketlerimize ne kadar da yabancı öneriler bunlar!
Dergide, başka yerlerde çıkan Almanca yazılarım da (düzenli olmayan aralıklarla) yayınlanıyor.
(Ich habe begonnen, in der mehrsprachigen Online-Zeitung Toter Winkel eine Kolumne auf Türkisch zu veröffentlichen. Unregelmäßig sind dort bereits auch deutsche Kolumnen von mir, die andernorts erstveröffentlicht wurden, zu lesen.)